mturkmen65 @ hotmail.com

İlkyazımda bu konuyu seçmem kısaca üretim, istihdam, kalkınma ve ülke ekonomisine katkı gibi hususları önemsememdendir. Bu sebeple ilerleyen süreçlerde de köşemde ağırlıklı olarak bu hususlara yer vermeyi düşünüyorum.

Biyoteknoloji genel olarak makro ve mikrobiyoteknoloji olmak üzere iki gruba ayrılabildiği gibi, geleneksel (klasik) ve modern biyoteknoloji şeklinde de ifade edilmektedir. Biyoteknolojinin tarihi çok eskidir. Çünkü biyoteknoloji canlı organizmaları (bitkisel ve hayvansal) kullanarak biyoürünler veya biyobileşikler elde edip, bunları insanların hizmetine sunma faaliyetidir. Örneğin; şarap ve pekmez yapmak, balık yetiştirmek makrobiyoteknolojik birer faaliyettir. Canlıları ıslah etmek ve verimlerini artırmak da biyoteknolojidir.

Günümüzde hem makro hem de mikrobiyoteknoloji büyük bir gelişme göstermiş ve nanobiyoteknolojiden söz edilmeye başlanmıştır. İşte, suda yaşayan canlı organizmaların kendilerinin ve bunlardan elde edilen biyoürün ve biyobileşiklerin kullanılmasıyla ortaya çıkan teknolojiye genel anlamda deniz biyoteknolojisi adı verilmektedir. Modern veya mikrobiyoteknoloji genlerde ve DNA’da şifrelenmiş bilgileri araştırmaktadır. Bunun için daha çok karasal organizmalar üzerinde çalışılmaktadır. Hâlbuki sulardaki biyoçeşitlilik karalara oranla daha çoktur. Bu nedenle Kanser, Alzheimer ve Parkinson gibi hastalıkların tedavisi için deniz organizmalarına yönelik araştırmalar önem kazanmaya başlamıştır. Nitekim bryozoa adı verilen deniz canlısından bazı kanser türlerinin gelişmesini durduran Biyostatin adı verilen kanser ilacı geliştirilmiştir. Japonlar derin denizlerde yaşayan süngerler üzerinde bulunan mikroorganizmalardan biyotoksin elde etmişler ve bu biyotoksini çeltiklere (pirinç) zarar veren bazı mikroorganizmalarla mücadele için kullanmışlardır. Böylece, doğaya büyük zarar veren sentetik tarım ilaçlarının kullanımını azaltmışlardır. Hepimizin severek tükettiği Algida patentiyle satılan dondurmanın içeriğinde yosun jeli bulunmaktadır. Bu ürünün ilk üç harfi olan alg İngilizce’de yosun demektir. Aynı şekilde, yosun ve ürünleri ile yosunlardan elde edilen biyokimyasalların çok geniş kullanım alanları vardır. Özellikle deniz yosunları ve ürünleri neredeyse her sektörde kullanılmaktadır. Bu sektörlerin ilk sıralarında gıda, sağlık ve kozmetik gelmektedir. Bunlardan başka yosunlar ve yosunlardan izole edilen kimyasallar gübre, boya, cam ve ilaç endüstrilerinde çok farklı şekillerde kullanılmaktadır. Bu nedenle Uzakdoğu ülkelerinde yosun endüstrisi en fazla ekonomik girdi sağlayan ve en ucuz istihdam oluşturan bir sektör konumundadır. Ekonomisi sadece fındık ve çaya dayanan Karadeniz Bölgesi’nde yosun endüstrisinin geliştirilmesiyle hem yeni bir gelir kaynağı ve hem de yeni istihdam alanı yaratmak mümkündür. Örneğin, Çin’de sadece bir tek yosun türünü yetiştirerek geçimini sağlayan 60 bin aile olduğu bildirilmektedir. Giresun ve dolayısıyla Karadeniz kıyılarında doğal olarak çok çeşitli yosun türleri bulunmaktadır. Bu yosunların işlenip değerlendirilmesi için deniz biyoteknolojisine gereksinim olacaktır.

Eğer ülkemizde yosun endüstrisi geliştirilebilirse tüm sahil bölgelerimizde yeni bir istihdam alanı oluşacak ve böylece büyük kentlere göç de azalacaktır. Denizlerde kurulacak olan yosun çiftliklerinin denizleri temizlediği bilinen bir gerçektir. Yosunlar, atmosferdeki karbondioksiti kullandıkları için küresel ısınmanın önlemesinde de büyük rol oynayacaktır. Ayrıca plankton adı verilen organizmalardan biyodizel elde etmek için araştırmalar başlamış ve planktonların biyodizel üretiminde önemli bir rol oynayacağı anlaşılmıştır.

Konunun önemini anlayan ABD daha 1992 yılında biyoteknolojik araştırmalara 3,76 milyar dolar yatırım yapmıştır. ABD’nin yatırım yaptığı biyoteknoloji alanlarından en önemliside denizbiyoteknolojisidir. Özellikle ABD son yıllarda hem klasik ve hem de modern deniz biyoteknolojisine büyük yatırımlar yapmaya başlamıştır. Çünkü deniz kabuklularının (midye, istiridye, salyangoz gibi) yapısında yer alan proteinler model alınarak yeni sentetik polimerler geliştirmişlerdir. Bu polimerlerden yapılan ürünler, biyolojik ayrışmaya uğramakta ve çevre kirliliği yaratmamaktadır. Yapılan araştırmalarda denizel organizmalardan izole edilen biyobileşiklerin anti-inflamatuar, antibiyotik ve antitümör özelliklere sahip olduğu belirlenmiştir.

Bütün bu gelişmeler 21.yüzyılın biyoteknoloji yüzyılı olacağını göstermektedir. Ülkemizde deniz ve içsular biyoteknolojisinde öncelik verilmesi ve mutlaka desteklenmesi gereken çalışma alanlarını aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:

·        Deniz organizmalarındaki faydalı metabolitlerin üretimini kontrol eden genetiksel, besinsel ve çevresel faktörlerin belirlenmesi,

·        Enzim ve ilaçlar dâhil yeni biyokimyasal ürünler ve biyomateryallerin geliştirilmesine yardımcı olan biyoaktif ürünler ve biyosentetik mekanizmalar hakkında temel bilgilerin geliştirilmesi,

·        Deniz organizmalarının metabolik proseslerinin araştırılması ve tanımlanması,

·        Kültüre alınan sucul organizmaların sağlığı, üremesi ve büyümesini olumlu yönde etkileyen teknolojilere öncelik verilmesi,

·        Deniz mikroorganizmalarının (bakteri, küf vb.) fizyolojisi, genetiği, biyokimyası ve ekolojisiyle ilgili araştırmaların yapılması.

Bölge Üniversitelerinde biyoteknolojinin her alanında (tıbbi, endüstriyel, tarımsal, denizel ve nanobiyoteknoloji vd.) araştırmalar yapmak, yeni biyoürünler ve biyokimyasallar izole edebilmek için öncelikle ilgili bölüm, merkez ve fakültelerin açılarak işlerlik kazanması gerekmektedir.

 

 

                                                                                                          Prof. Dr. Mustafa TÜRKMEN

                                                                                                                   Giresun Üniversitesi

                                                                                                                       Öğretim Üyesi